Follow Erkan Arkuttan Güncel Yazılar on WordPress.com

Algılar dünyasına hayret uyandıran bir yolculuk yapalım…

insan

Dışarıdaki görüntü kapkaranlık beynimizin içinde oluşur, ama dışara ne renk ne de ses yoktur!


Richard Gregory (çok ünlü Nöropsikoloji Profesörü), görme olayındaki mucizevî durumu şöyle tarif eder: “Görme olayına o kadar alışmışız ki, çözülmesi gereken sorular olduğunun farkına varmak büyük birhayal gücü gerektiriyor. Fakat bunu dikkate alın.Gözlerimize minik tepetaklak olmuş görüntüler veriliyor ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.”(R. L. Gregory, “Eye and Brain: The Psychology of Seeing”, New York: Oxford University Press Inc., 1990, s. 9)

Görme işlemi çokça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir bölgede yaşanır.

Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgi üzerinde bir kez daha dikkatlice düşünelim: Biz, “görüyorum” derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu “etki”yi görürüz. Yani “görüyorum” derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrediyoruz. 

Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3’lük görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu satırlar da, ufka baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelir. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha var. Az önce belirttiğim gibi, kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir.

Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayayım. Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olmaz. Mumun ışığını gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır.Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz.

Aynı durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tat ve koku, birer elektrik sinyali olarak beyne ulaşır ve buradaki ilgili merkezlerde algılanırlar…

Duyma da benzer şekilde gerçekleşir: Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynı görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir. Kafatası ışığı geçirmediği gibi sesi de geçirmez. Dolayısıyla bir insanın duyduğunu sesler ne kadar güçlü ve gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. 

Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Öylesine bir netliktir ki bu; sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın her şeyi duyar. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız, bir yaprağın hışırtısından jet uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans aralığındaki tüm sesleri algılayabilirsiniz. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse burada derin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.

Koku algımızın oluşması da buna benzerdir: Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun “epitelyum” denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeği, deniz kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamazlar. Ses ve görüntüde olduğu gibi beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğunuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğiniz kokular duyu organlarınız aracılığı ile hissettiğiniz elektrik uyarılarıdır.

Benzer şekilde, insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar tuzlu, tatlı, ekşi ve acı tadlarına karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir dizi kimyasal işlemden sonra bu algıları elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne iletirler. Bu sinyaller de beyin tarafından tat olarak algılanırlar. Bir çikolatayı ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat, elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye ise asla ulaşamazsınız; çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Örneğin, beyninize giden tat alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi bir şeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tat alma duyunuzu tamamen yitirirsiniz.

Bu noktada karşımıza tek bir gerçek daha çıkar: Bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Bu gerçekle ilgili Lincoln Barnett şöyle demektedir: “Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da “Do” notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez.”(Lincoln Barnett, “Evren ve Einstein”, Varlık Yayınları, Çev: Nail Bezel, syf.20)

Dokunma duyumuza gelince de, değişen bir şey olmadığını görürüz. Bir cisme dokunduğumuzda dış dünyayı ve nesneleri tanımamıza yardımcı olacak bilgiler, derideki duyu sinirleri aracılığıyla beyne ulaştırılırlar.Dokunma hissi beynimizde oluşur. Zannedildiği gibi dokunma hissini algıladığımız yer parmak uçlarımız ya da derimiz değil, yine beynimizdeki dokunma merkezidir. Bizler nesnelerden gelen elektriksel uyarıların beynimizde değerlendirilmesi sonucu sertlik ya da yumuşaklık, sıcaklık ya da soğukluk gibi nesneleri tanımlayan farklı farklı hisler duyarız. Hatta bir cismi tanımaya yarayan her türlü detayı bu uyarılar sonucunda elde ederiz.

Bu önemli gerçekle ilgili olarak B. Russel ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir:

“… Bir limonun gerçekten var olup olmadığı ve nasıl bir süreçle var olduğu sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez.” (Orhan Hançerlioğlu, “Düşünce Tarihi”, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1987, s.447)

Yani maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki “aslı” ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız…

“Maddesel dünya” dediğimiz algılar bütünü, RUH tarafından seyredilen BİR HAYALDİR. Nasıl rüyamızda sahip olduğumuz bedenimizin ve rüyamızda gördüğümüz maddesel dünyanın bir gerçekliği yoksa, içinde yaşadığımız evrenin ve sahip olduğumuz bedenin de maddesel bir gerçekliği olup olmadığını asla bilemeyiz.

Bizim madde olarak algıladığımız her şey, sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar değil, birer “ruh”tur. Bu gerçek bilim adamları tarafından biliniyor ama açıklanmıyor. 

O, sizin için kulakları, gözleri ve GÖNÜLLERİ inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.” (Mü’minun Suresi, 78.ayet)

“..sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” [Saffat Suresi, 96.ayet]

Kaynak: http://www.felsefetasi.com


Üç çocuğu acımasızca katleden cani idam edilmeli mi?

Üç çocuğu acımasızca katleden cani idam edilmeli mi?

Bir cani tarafından katledilen üç masum çocuk şu an cennet bahçelerindeler.


Aslında bugün başka yazı yazmayacaktım ama her yerde “üç çocuğu hunharca katleden cani idam edilmeli mi” tartışmaları giderek büyüyor. Cinayet günü evinde yalnız olan Gülışık’ın Kayseri’nin Talas ilçesinde bayram şekeri toplamak için kapısını çalan 3 çocuğu şeker verme bahanesiyle evine aldığı ve sonra da ‘sapkınca’ düşüncelerini uyguladıktan sonra yakalanmamak için çocukları öldürdüğü sonunda tespit edildi. Tam bir yıldır kayıp olan cesetlerin bulunması,katilin çocuklara yaptığı eziyeti detaylı olarak anlatması insanın vicdanını sızlatıyor. Küçücük masum çocuklara böylesine işkence yapabilen biri insan olamaz diye düşünüyorum.

Peki bu küçük masum çocuklardan birinetecavüz edip öldüren ve diğerlerini de boğan bu hain katil idam edilmeli mi? Kuran’a göre baktığımızda Kuran’da kısas vardır:

Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azap vardır. (Bakara Suresi, 178)

Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir.Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır. (Maide Suresi, 45)

Gördüğünüz gibi Kuran öldürülen kişinin ailesine kısas hakkı tanır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken Allah’ın bağışlamayı daha uygun görmesidir. Bu yüzden samimi bir Müslüman daima Allah’ın beğendiği tavrı uygulamalıdır. Ayette ailenin kısas hakkını sadaka olarak bağışlaması tavsiye edilir. Tabii ki böylesine cani ruhlu bir kişinin kanunla ve hukukla cezalandırılması gerekir, ama Allah Kuran ölüm cezasının kaldırılmasının daha hayırlı olacağını bildirir.

Son olarak öldürülen çocukların ailelerine de Allah’tan sabır diliyorum, daima Allah’tan razı olsunlar. Hepimiz kaderimizi yaşıyoruz. Onlara da güzellikle sabretmek düşüyor. Şunu bilsinler ki tamamen masum olarak ölen çocuklar hemen cennete alınırlar ve sonsuza kadar orada mutlu yaşarlar. Onlar da Allah’tan razı olup samimi bir Müslüman olarak hayatlarını sürdürürlerse cennette yavrularına mutlaka kavuşacaklarını bilmeliler.


Ağustos böceklerinin büyük sırrı- Seyredin

agustos-bocegi-resimleri-1

Her bir hayvanın hayatındaki incelediğimizde muazzam detaylarla karşılaşıyoruz.


Geçen gün seyrettiğim son derece ilginç bu videoyu sizlerle paylaşabilmek için video sayfama ekledim. Kuzey Amerika’nın doğu sahilinde yaşayan milyarlarca ağustos böceği larvaları toprağın altında tam 17 yıl kaldıktan sonra yeryüzüne çıkıyorlar! Ağaçlara tırmanırken kısa sürede dönüşümlerini tamamlayan bu canlılar, dikkatsiz ve savunmasız oldukları için doğadaki kaplumbağa, kuş, sincap gibi bazı hayvanlara kendilerini adeta gümüş tepside sunarcasına yem ediyorlar. Ziyafet çeken avcı hayvanlar tıka basa doyduktan sonra geri çekiliyorlar. Böylece hayatta kalmayı başaran şanslıağustos böcekleri çiftleşip yumurtalarını bıraktıktan birkaç gün sonra yaşamını yitiriyorlar ve orman yeniden sessizliğe bürünüyor. Videoyu bu linkten seyredebilirsiniz:

http://video.mynet.com/erkanarkut/Agustos-Boceklerinin-buyuk-sirri/1140288

İnsan buradaki detayları düşünmeden edemiyor. Neden ağustos böcekleri toprağın altında tam 17 yıl beklesin? Neden milyarlarcası çıkıp diğer hayvanlara ziyafet çeksin? Neden çiftleşip yumurtalarını bıraktıktan kısa bir süre sonra ölsünler? Tabii ki bunların hepsinin bir anlamı var. Doğa müthiş bir düzen ile üstün bir akılla Allah tarafından yaratılmış. Bazı detaylarda tabii ki sınırlı insan aklının kapasitesini zorluyor. Bilim adamları detayları inceledikçe ve keşfettikçe her detayın arkasında çok büyük bir akıl olduğunu görüyorlar ve bütün bunların aslaevrimle ve tesadüfler sonucunda gerçekleşemeyeceğini bakın nasıl itiraf ediyorlar:

Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu… Ama şu anda, Allah’a inanmayı gerektiren açıklamaya karşı olarak öne sürülebilecek hiçbir argüman bulamıyorum. Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil. (Chandra Wickramasinghe)1

1. Chandra Wickramasinghe, London Daily Express ile bir röportajından, 14 Ağustos 1981


Nereye yetişiyorsun?

6890

Biz hayat için koştururken ölümde bizim peşimizden koşuyor.


Geçen gün gazetede okuduğum bir haber gündelik yaşamın en vazgeçilmez konularından birisi olan “bitmeyen koşturmacalar, sürekli ileriye yönelik planlar, programlar” ın aslında ne kadar anlamsız olduğunu düşündürdü. Bir sinema oyuncusu hissettiği bir rahatsızlık üzerine hastaneden randevu alıyor. Fakat bu durum gerçekleşmeden hayatını kaybediyor. Cenazesinde bir araya gelen yakınlarının söylediği ise çok düşündürücü: “Cenazesinin kaldırıldığı saatte doktor randevusu varmış!”

İnsanın kafasında yaptığı bir plan, ileriye dönük attığı bir adım, gerçekleştirmeyi düşündüğü bazı işler, hiç hesaba katmadığı bir şekilde son bulabilir. O işe hiç başlayamayabilir ya da başlar ama bitirmesi mümkün olmaz. Veya tam bitirip sonuçlandırdığını düşündüğü anda, kendisi bu sonucu göremeyebilir. Çevrenize bir bakın. Sürekli koşturmaca içinde olan, bir şeyler yetiştirme telaşı yaşayan birçok insan göreceksiniz. Toplantı için gerekli hazırlıkları yapmaya çalışanlar, iş seyahati için belgelerini toplayanlar, sınava yetişmeye çalışan öğrenciler, işe giderken vapura koşan insanlar, çocuklarının peşinde koşan anneler ve bunlar gibi günlük hayatın hareketliliği içinde bitmeyen bir koşturmaca içinde olan milyonlarca insan… Hepsi bir şekilde bir amacın peşinde aceleyle, hızla ilerliyorlar. Acaba bu insanların ne kadarı her an bu koşturmaca dolu hareketliliğin bitebileceğini, bir anda ölüm gerçeğiyle karşılaşacağını düşünüyor?

Elbette ki yaşadığımız süre boyunca bazı planlar yapacağız, işlerimizi belli bir plan dâhilinde gerçekleştirmeye çalışacağız, kendimize ulaşmak için bazı hedefler koyacağız. Burada önemli olan, bu planları yaparken de, aslında her planı yapan ve gerçekleştirenin Allah olduğunu bilerek yaşamaktır. Biz bir konuda çok ince ve detaylı bir plan yaptığımızı düşünebiliriz ama unutmamalıyız ki tüm planlar en ince ayrıntısına kadar Allah’ın bilgi ve kontrolündedir.

Çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir toplantıya yetişmeye çalışırken aslında Allah’ın izin verdiği ölçüde bunu gerçekleştiririz. Yanlışlıkla kapatılan saatin alarmı, son saniyede kaçırılan vapur, toplantıda sunum yaparken yanlışlıkla atladığınız bir kelime ve bunlar gibi tüm ayrıntılar Allah’ın sonsuz aklıyla önceden belirlenmiştir. Yıllar önce üniversite sınavında en çok istediği tek tercihini kazanan bir arkadaşım, bu başarısından haberi olmadan vefat etti. Çünkü sınav sonucu belli olup istediği yeri kazandığı ortaya çıktığında o çoktan bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti.

Gördüğünüz gibi çoğu zaman insanlar bir amacın peşinden hızla, bitmek bilmeyen bir enerjiyle koşarlarken, bir anda bu koşturmaca hiç kimsenin beklemediği bir anda ölümle son bulabiliyor. Gelin, kaçınılmaz olan ölüm böyle ani bir şekilde sizin karşınıza çıkmadan, biraz durun, bir soluklanın, hızla peşinden koştuğunuz dünya işlerine biraz ara verin ve düşünün: Bu kadar hızla bir şeylerin peşinden koşarken aslında geçen her saniye ölüme ve ahirete biraz daha yaklaşıyorsunuz. Şu anda hayatınızın en önemli gerçeklerinden birisi olan ölüme geçtiğimiz saniyeden daha yakınsınız. Hangi yöne koşuyor olursanız olun, nereye yetişiyor olursanız olun aslında sürekli ölüme ve sonsuz Ahiret hayatınıza doğru yaklaşıyorsunuz. Üstelik diğer küçük amaçlarınıza yetişebilmenizin hiçbir garantisi ve kesinliği yok ama sonsuz Ahirete kavuşacağınız kesin olan bir gerçek. Yüce Rabbimiz Allah kesin olan bu gerçeği Kuran-ı Kerim’de bizlere şöyle bildirmektedir:

“İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o (size va’dedilen) sizin (aranızda) konuştuklarınız kadar, elbette kesin bir gerçektir.” (Zariyat Suresi 23)


Afganistan’da zevk için öldürülen masum insanları Türkiye daha ne kadar seyredecek?

070420132333015498431_2

Askerler masum halka eziyet etmekten zevk alıyorlar.


Afganistan’da Amerikalı askerlerin masum insanlara nasıl zulmettiklerini biliyor musunuz? Sadece zevk için öldürdükleri parmaklarını ve kafatası kemiklerini hatıra olarak saklayan Amerikalı askerlerin hikâyesi tüm dünyanın kanını donduruyor. Tamamen materyalist zihniyetle yetiştirilen Amerikan askerleri öldürdükleri insanları insan olarak görmüyor, onlara adeta hayvan muamelesi yapıyorlar. Biraz detay verdiğimizde zalimliklerinin boyutu daha da net anlaşılacaktır.

Amerikan dergisi Rolling Stone’da Calvin Gibbs, Andrew Holmes, Michael Wagnon, Jeremy Morlock ve Adam Winfield adlı askerlerin, öldürdükleri sivillerle çektirdiği yüzlerce fotoğraf yayınlandı, dergi, Gibbs’in hatıra olarak kestiği parmakları etrafında et kalmış halde mendiller içinde sakladığını, yaşananları üstlerine anlatacağını söyleyenleri ölümle tehdit ettiğini yazdı.

15 yaşındaki çiftçi çocuğa acımadılar

‘Ölüm Timi’nin ilk kurbanı, hiçbir silah taşımadığı halde vurulan 15 yaşındaki Gül Mudin oldu. Çiftçilikle uğraşan Mudin, Gibbs ve ekibi ‘Taliban avı’ için köyünü bastığında, tarlada tek başına çalışmaktaydı. 15 Ocak 2010 sabahı La Muhammed Kalay köyüne gelen 3. Müfreze, geleneksel giysileri içinde, elektriksiz ve susuz çiftçilik yapmaya çalışan köylülerle karşılaştı. Diğer askerler köylülerle konuşurken, Gibbs ve arkadaşları gruptan ayrılarak öldürecek birini bulmak üzere tarlalara yöneldi.

‘Öldüğünden emin olun’

Gözlerine kestirdikleri Mudin, tarlada çalışıyordu. Askerleri görünce onlara doğru yürümeye başladı. İşte tam o sırada Morlock ona doğru bir el bombası fırlattı. Morlock ve Holmes daha sonra Afgan çocuğa M4 karabina tüfekler ve makineli tüfeklerle ateş etti. Yanlarına gelen bir çavuş ne olduğunu sorduğunda Morlock’un cevabı hazırdı: Afgan çocuk kendilerine el bombasıyla saldırmak üzereydi ve canlarını kurtarmak için onu vurmak zorunda kalmışlardı…

Bu hikâyeye kimse inanmadı, hatta olay yerindeki en üst rütbeli asker olan Patrick Mitchell sonradan soruşturmada, “Taliban’ın gündüz vakti yanımıza kadar gelip el bombası atması garip gelmişti” dedi. Ancak o sırada, askerlere Mudin’e yardım gönderilmesi yerine ‘öldüğünden emin olunması’ emrini verdi. Askerler etrafta kimsenin olmadığı bir sırada cesetle fotoğraf çektirerek kutlama yaptılar; Mudin’i saçından tutup çekiştirirken poz verdiler. İfade veren askerlerden biri ise Gibbs’in bu sırada havalara uçtuğunu, Afgan çocuğun serçe parmağını jiletle kesip fermuarlı bir çantaya koyduğunu anlattı.

CİNAYET 2, Sağır adamı taradılar

‘Ölüm timi’, ilk cinayetten sadece iki hafta sonra sağır ya da zihinsel özürlü olduğu tahmin edilen silahsız bir adamı öldürdü ve kafatasından bir parçayı da hatıra olarak sakladı. Cinayet şöyle gerçekleşti: Birlik anayolda ilerlerken, termal kamerada bir insan kafası tespit etti. Taliban’ın geceleri çalıştığını bilen askerler, araçlarını adama 90 metre kala durdurdu.
Üzerinde silah olduğundan şüphelenen askerler tişörtünü kaldırmasını istediler. Adam, çağrıları dikkate almadan ileri geri hareket etmeye başladı. Bunun üzerine başta Gibbs olmak üzere en az beş kişi adama ateş açtı. Adam yere yığıldıkan sonra silahsız olduğu anlaşıldı.
Askeri soruşturmada ise olaya tanık olan birçok asker adamın sağır ya da zihinsel özürlü olduğunu söyledi. Bu arada kafatasının büyük bir kısmı yoktu…

Kafatasını sakladılar

Michael Wagnon adlı asker, kafatasından bir parça aldı ve hatıra olarak sakladı… Bu ikinci cinayet de, Gibbs’in tankta sakladığı kutudan çıkarıp olay yerine bırakılmasını sağladığı bir kalaşnikof şarjörü ile haklı çıkarılmaya çalışıldı.

Şeker dağıtarak tuzak kuracaklardı

Rolling Stone dergisi, ‘ölüm timi’nin boş zamanlarında esrar içerken ve sohbet ederken yaptıkları üç korkunç senaryoyu da anlattı. Derginin bir kısmının ‘espiri’ olduğunu yazdığı planlardan biri, bir köyden geçerken tanktan dışarıya şeker fırlatmak ve kendilerine doğru gelecek çocuklara ateş etmekti. İkinci bir senaryoda, şekerleri tankın ön tarafına yerleştirecek ve araca tırmanan çocukları ezeceklerdi. Üçüncü planda ise bir saldırıya maruz kalmayı bekleyecek, sonra da ‘böyle bir durumda etraftaki herkesi vurup paçayı kurtarabilecekleri için’ bu saldırıyı sivilleri vurma bahanesi olarak kullanacaklardı.

Amerikan askerlerinin Afganistan’a yaptığı zulüm bitmek bilmiyor. Türkiye artık bu zulme seyirci kalmamalıdır. Türkiye Ortadoğu’da ve İslam ülkeleri arasında giderek ağırlığını ve liderliğini hissettirmeye başladı. Bu yönde daha da fazla çaba göstermeli artık Müslümanların çektiği bu zulme bir son vermelidir. Bu da ancak Türkiye liderliğinde büyük bir birliğin kurulması ile mümkündür. Kaybedilen her gün birçok masum insanın hunharca katledilmesiyle sonuçlanacaktır.


Letarjik uyku: Bir insan 20 yıl süren bir uykuya dalabilir mi?

 smert

Bir insan yıllarca uyuyup sonra uyanabiliyor.


Geçen gün okuduğum bir makaleyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Aslında bu yazı insanın ne kadar da aciz yaratıldığını gösteriyor.Hastalık insanı çepeçevre sararken insan büyük bir çabayla ondan kurtulmaya çalışıyor ama elinden hiçbir şey gelmeyebiliyor. Letarjiuykuda bunun en güzel örneklerinden biri. Şimdi biraz bu konuyla ilgili bilgi vermek istiyorum.

Normal insanın uyku süresinin 6 – 8 saat olduğu kabul görülmüştür. Ancak bazen normal uyku ile stresten (şoktan, acıdan) kaynaklanan uyku arasındaki çizgi çok ince olabilmekte. Bu durumda letarjik uykudan söz edilebilmektedir. Ki bu uyku türü günlerce, hatta yıllarca da sürebilir. Letarji, hareketsizlik, dış uyarıcılara tepkisizlik, yaşama dair dış belirtilerin bulunmaması gibi özellikleri bulunduran uykuya benzer derin uyuşukluk hali şeklinde tanımlanabilmektedir.

Letarjinin tedavisi belli değildir. Aynı zamanda uyanma zamanını da tahmin etmek imkânsızdır. Letarji durumu birkaç saatten onlarca seneye kadar sürebilmektedir. Tıp tarihinde büyük miktarda kan kaybı, doğalgaz sızıntısı zehirlenmesi, sinir krizi, bayılma sonucunda letarjik uykuya dalanlar bilinmektedir. Letarjik uykuda olanlar, görünürde hayata dair belirtilerinin olmamasına rağmen, etraflarında olup bitenleri duyup, hatırlayabiliyorlarmış. Ancak letarjik uykuyu koma ve bitkisel hayatla karıştırmamak lazım, somnolans denilen letarjik uyku komaya göre çok daha hafif olup, beyin üzerinde koma gibi etkiler bırakmaz.

Bu şekilde uykuya dalanların yaşlanma mekanizmaları çok yavaşlamış durumda olup, 20 sene boyunca hiç yaşlanmayan insanlar normal hayata döndüklerinde 2 – 3 sene içerisinde kendi biyolojik yaşlarına gelmekte, yaşlanmaktadırlar. Letarjik uykunun en büyük sakıncalarından biri, canlı olarak gömülme tehlikesidir.

XIV. yüzyılda yaşayan ünlü İtalyan şairi Francesco Petrarca 40 yaşında çok kötü hastalanmıştır. Bir gün hastalığından ötürü bayılmış, herkes onun öldüğünü düşünmüş, toprağa vermeye hazırlanmışlar. O zamanın kanunlarına göre, ölünün ölümünden bir gün geçmeden gömülmesi yasakmış. Mezarının yanında kendine gelen şair kendisini çok iyi hissettiğini belirtmiş ve olaydan sonra 30 sene daha yaşamıştır.

Guinness Rekorlar Kitabı’na kayıtlı en uzun süren letarjik uyku vakası, 1954 senesinde gerçekleşen Nadejda Artemovna Lebedina olayı olmuştur. Eşiyle yaptığı kavgadan sonra uykuya dalan Nadejda 20 sene sonra (1974’te) uyandığında dul olduğunu öğrenerek çok üzülmüştür. Ve uyandığında sağlık açısından hiçbir sorunu bulunmamıştır.

Modern tıp kayıtları böyle olmakla birlikte, çok çok daha eski zamanlardaki letarjik uykuya dalma olgusuna Kuran’ı Kerim de işaret etmekte ve bilgi vermektedir. Tüm dünyada da Ashab-ı Kehf olarak (Yedi Uyuyanlar) bilinmektedir.

Putperest olan Roma İmparatoru, putperestliği kabul etmeyenleri öldürtür ve bu amaçla sarayındaki görevli 6 gencin peşine düşer. Gençler de Allah’a inançlarını korumak için şehre yakın bir dağ yönüne gittiler. Yolda giderken Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban onların inancına katıldı ve yedincileri oldu. Çobanın köpeği Kıtmir de onlara katılıp, arkalarından takip etti. Dağa yaklaştıklarında çobanın gösterdiği bir mağaraya girdiler. Mağarada dua ederek merhamet dilediler. Kral, kaçtıklarını haber alıp saklandıkları mağarayı öğrenince adamlarıyla mağaraya gider ve mağaranın ağzını onları öldürmek maksadıyla kapattırır. Ancak gençler ölmez, yüzyıllar boyunca mağarada uyumaya devam ederler. Sonunda ise Allah tarafından uyandırırlar. Kehf suresi uyudukları bu süreyi 309 sene olarak belirtir…

“Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık… Uykuda oldukları hâlde, sen onları uyanık sanırsın. Biz onları sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde iki kolunu uzatmış (yatmakta idi.) Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı… Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir…” [Kehf Suresi, 11, 12, 18, 19.ayetler]

Letarji ile alakalı olarak 60’lı yılların sonunda İngiltere’de çok ufak bir kalp aktivitesini bile algılayabilecek bir cihaz icat edilmiş olup, ilk denemelerde bile ölülerin arasında canlı bir bayan bulunmuştur. Aynı ülkede bugüne dek morglarda özel ipli çanların bulunması zorunludur, öyle ki, ölü canlandığında yardım isteyebilsin. Slovakya’da ise mezarlara cep telefonu bile konmaktadır.

Bazı hayvanlar (ayılar, kirpiler, yılanlar) letarjik uyku dönemlerini sürekli olarak yaşamakta, soğuk kışı uyuyarak geçirdikten sonra capcanlı bir şekilde yaşamlarına devam etmekteler…

Letarjik uykuyla ilgili olarak bilimin bilmediği ve açıklayamadığı daha çok fazla şey var. Beden için zamanın nasıl durduğu, hücrelerin hangi emirle yaşlanmayı yavaşlattıklarını, o an beyin fonksiyonlarının nasıl olup da bozulmadığı, hafızanın nasıl korunduğu ve en önemlisi insanın neden böyle bir uykuya sokulup sürenin neye göre belirlendiğidir. Kuşkusuz bu olayın altında da büyük anlam ve hikmet var diye düşünüyorum. Aynı zamanda da “insanın böyle bir şey olamaz” diye net hüküm verdiği birçok şeyin Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğini göstermesi de başka anlamlı bir yönü olmalı.


Bir Müslüman Hıristiyanlara, Yahudilere, Ermenilere nasıl davranmalı?

74177_samimi_museviler_de_tevhid_inancina_bagli_allahin_3

Müslümanlık sevgi ve şefkat üzerine kuruludur, baskı ve zorlama üzerine değil.


Günümüzde bazı yobazlar karşılarındaki insan eğer Hıristiyan’sa, Musevi ise,Ermeni ise bu kişiyi hemen dinsiz ve Allah’sız olmakla itham ediyorlar, onların kesinlikle cehennemlik olduğunu söylüyorlar. Bir yobaza göre birMüslüman bir Yahudi ile, bir Hıristiyanla asla dost olamaz, onlardan daima kötülük geleceğine inanır. Bakın yobazların konuşmalarına, hep Yahudileri, Hıristiyanları katletmekten, kan dökmekten, öç almaktan bahsederler. Konuşmalarında hiçbir zaman şefkat, merhamet, sevgiden en ufak bir eser bile göremezsiniz. Peki Kuran’a baktığımızda kitap ehline nasıl davranılması bildiriliyor biliyor musunuz:

De ki: “Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.” (Ali İmran Suresi, 64)

Kuran’a göre bir Müslüman kitap ehline sadece Kuran’ı güzellikle anlatmakla, şefkatle ve merhametle yaklaşmakla yükümlüdür, hiçbir şekilde baskı ve zulüm yapamaz. Peygamberimizin Ermeniler için yazdığı mektup kitap ehline nasıl davranacağımızı en güzel ve en hikmetli anlatan belgedir:

Erzurum Üniversitesi, İslamî İlimler Fakültesi Kütüphanesinin İslam Tarihi bölümünde bulunan Hz. Peygamberin Anadolu’daki Ermenilere verdiği ahidname: (kısaltılmış hali) 

İslam’a zorlanmazlar. Hiçbir piskopos görevinden alınmaz, Hıristiyan biri dininden vazgeçirilmez, rahip ruhbanlıktan, gezgin gezisinden alıkonmaz. Eski kiliselerinden hiçbiri yıkılmaz. Ne kiliseleri, ne de evleri cami veya Müslümanların evine döndürülmez. Müslümanlarla birlikte savaşa çıkmaya ve keşif gücü olarak düşmanla karşılaşmaya zorlanmazlar. Çünkü onların savaşma yükümlülüğü yoktur.

Onlara ancak en iyi şekilde davranılır, rahmet kanatları gerilir, her zaman ve her yerde eza ve kötülük görmeleri engellenir, bir zalim onlara zulmederse, Müslümanlar onlara yardımcı olmak zorundadır. Başlarına bir iş gelir veya hatta cinayet olursa, bu fiille düşmanları arasına sulh (barış) yoluyla girilir. Sulh, kuralların temelidir. Yardımsız bırakılmazlar, reddedilmezler ve ihmal edilmezler. Onlar, Müslümanlarla aynı hak ve yükümlülüklere sahiptir. Müslümanlardan hiç kimse onları gece ve gündüz kitaplarını okumaktan alıkoyamaz. Onlardan biri mazlum olarak, Müslümanlardan biri yanında saklanmaya ihtiyaç duyarsa, Müslümanlar bu konuda ona yardımcı olmalıdır, umduğunda onu düş kırıklığına uğratmamalıdır. Bu yazı, kıyamete ve dünyanın sonuna dek, uyulacak ve bağlanacak bir belge olmalıdır.


Taç Mahal: Büyük bir hayalin meyvesi…

Amazing-Taj-mahal-Pictures1

Bir sanat şaheseri Taç Mahal


Bugün sizleri Taç Mahal’in gizemli dünyasına davet etmek istiyorum. Şahcihan’ın hayattaki en büyük arzusu Orta Asya ve Hindistan halklarını Sünni Müslümanlığıyla kaynaştırmak ve kudretli bir imparatorluk kurmaktı. Dedesi Akbar ve babası Cihangir’den öğrendiği gibi bu imparatorlukta tarihin gördüğü ve göreceği en muazzam binalar olmalıydı. Çünkü ona göre birermimari şaheser niteliğindeki binalar, gücün, egemenliğin ve sonsuzluğun simgesiydi.

Şahcihan en nihayetinde amacına ulaştı. Öylesine eşsiz bir yapı diktirdi ki aradan geçen üç yüz elli yıl boyunca bu bina nice şair, müzisyen, romancı, mimar ve ressama ilham kaynağı oldu. Tarihin en güzel yapılarından bir sayıldı. Bu birlik olmanın büyük gücünü simgeledi.

Güney Hindistan’da bir isyanın çıkmasıyla birlikte 1631 yılında Şahcihan ve ordusu ayaklanmayı bastırmak için harekete geçti. Yanında çok sevdiği ve birkaç ay boyunca ayrı kalmaya gönlünün elvermediği eşi Mümtaz Mahal de bulunuyordu. Mümtaz Mahal, sefere çıkılmadan önce, on dördüncü çocuğunu doğurmak üzereydi. Ancak ölüm onu doğumda yakaladı.

Mümtaz Mahal’in ölümünden bir yıl sonra (1632), eşinin son arzusunu yerine getirmek ve acısını bir nebze de olsa dindirmek adına Şahcihan, muhteşem bir anıtmezarın yapılmasına karar verdi. Öylesine bir anıtmezar olacaktı ki bu; yüzyıllar boyunca hatırlanacaktı.

Taç Mahal’in yapımı yaklaşık yirmi yıl sürdü (1632-1652). Bunun için Bağdat’tan, İstanbul’dan, Kahire’den ve Asya’nın dört bir yanından en iyi mimarlar getirildi. İstanbul’dan gelen mimarların arasında Mimar Sinan’ın iki öğrencisi İsa ve İsmail Efendi de bulunuyordu. Bu iki usta Taç Mahal’in en önemli kısımlarının yapılmasında görev aldılar. Baş mimar, Babür İmparatorluğu’nun o dönemki en büyük mimarı üstad Ahmed Lahori’ydi.

Yapımında kullanılan mermer mutlaka beyaz olmalıydı. Aslında o dönemin geleneksel mimarisinde sarı rengi kullanılıyordu. Ancak Şahcihan, karısına olan tutkusunu en iyi beyazın anlatabileceğini düşünüp beyaz mermer kullandırdı. Asya’nın en kaliteli mermerlerini ve taşlarını getirtti.

Tac Mahal’in yeri de Şahcihan’ın uzunca üzerinde düşündüğü bir konuydu. Acaba bu eşsiz yapı nerede inşa edilmeliydi? Elbette ki Agra şehrinin en güzel ve görünür yerinde olmalıydı. Bunun için Yamuna nehrinin güneyinde ve Şahcihan’ın sarayından kolayca görünebilecek bir yer seçildi. Şahcihan gün batımında Tac Mahal’in silüetinin Yamuna nehrine aksetmesini istiyordu. Şahcihan için Tac Mahal, Ganj nehri kadar anlamlı olduğundan onun, Ganj nehrinin en büyük kolu olan Yamuna’da dikilmesini istiyordu.

Tac Mahal’in yapımı o denli meşakkatliydi ki yirmi yılda yaklaşık yirmi bin işçi, onlarca mimar ve alim çalışıp ancak bitirebildi. Havuzların ve minarelerin yapımı ise son derece özenle planlandı. Her şeyin simetrik olmasına çok dikkat edildi.

Taç Mahal’in o günkü maliyeti tam 50 lakhs idi. Ki bu maliyet bugünkü parayla yaklaşık bir trilyon dolar etmektedir. Her ne kadar tüm dünyada Tac Mahal’in bir aşk uğruna yapılmış bir eser olarak nitelendirilse de, aslında birçok tarihçinin yorumuna da bakılırsa anlamı şu: Şahcihan’ın en büyük arzusu “Cihanşümul” yani bir Türk-İslam İmparatorluğu kurmaktı… Eşi vefat ederken bu gücü simgeleyecek ve sonsuzluğa kadar bu gücü ve birliği simgeleyecek bir yapıt yapmasını vasiyet etmişti. İşte Taç Mahal bu fikirle doğmuş oldu.

Yani Taç Mahal’in yapılmasının amacı, Allah’ın tahtını simgelemek ve Kuran’da tasvir edildiği şekliyle bir cennet bahçesi oluşturmaktır. Bu şu anlama gelir: Taç Mahal’e sahip olan hükümdar (devlet) sonsuza dek sürecek ve tüm dünyaya hakim olacak bir dünya birliğinin sahibidir. Ayrıca Şahcihan’ın dinlere büyük bir merakı vardı ve ülkenin dört bir yanından din adamlarını getirir, onlarla yaptığı uzun sohbetleriyle de bilinirdi.

Sanat tarihçileri Taç Mahal’in çok kültürlü mimarisine dikkat çekerler. Kubbesi, minaresi, avlusunda bulunan camisi, kubbesinin duvarlarına hattatlarca özenle yazılmış Yasin suresiyle ilk bakışta tam bir İslam eseri görünümünde olup aynı zamanda Hint ve Pers uygarlıklarından, Orta Asya Türk kültüründen izler taşımaktadır. Hatta yer yer Avrupai motiflerin duvarları süslediğine şahit olursunuz.

Taç Mahal gibi paha biçilemez bir mimari şaheserin korunması hem gelecek nesiller hem de insanlık tarihi için çok önemlidir. Çünkü Taç Mahal, büyük bir hayalin meyvesidir…

Biz Davud’a Süleyman’ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip dönen biriydi. Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: “GERÇEKTEN BEN, MAL (veya at) SEVGİSİNİ RABBİMİ ZİKRETMEKTEN DOLAYI TERCİH ETTİM.”[Sad Suresi, 30-32.ayetler]


İstanbul’un fethinde Hz. Hızır Fatih Sultan Mehmet’e nasıl yardımcı oldu?

fetih

Fatih Sultan Mehmet Hz. Hızır’ın yardımıyla İstanbul’u fethetti.


“Tüm dünya olayların arkasında gözüken Hz. Hızır’ı konuşuyor” başlıklı yazımda Hz. Hızır’ın Japonya’daki depremde ve Mısır’daki olayların içinde gözüktüğünü yazmıştım ve ilgili videoların linklerini size bildirmiştim. Peki kim bu Hz. Hızır diye araştırdığınızda Hz. Hızır’ın Allah tarafından savaşlarda görevlendirildiğini görüyoruz. Savaşlar onun izniyle gerçekleşiyor. İstanbul’da Hz. Mehdi’nin çıkacağı kutsal şehir olarak biliniyor. Bu yüzden bu şehrin fethedilmesi de çok önemliydi. Hz. Mehdi hadislerde bildirildiği gibi bu çok güzel şehirden kutsal emanetlerle çıkacağı için Hz. Hızır Fatih Sultan Mehmet’e İstanbul’u fethetmesinde yardımcı olmuş ve İstanbul büyük bir zaferle fethedildikten sonra da surlara oturup seyretmiştir. İşte Hz. Hızır’ın Fatih Sultan Mehmet’e nasıl yardım ettiği şöyle anlatılıyor:

Sultan Fatih, İstanbul’un Fethi hakkında Akşemseddin Hz. İle sohbet ederken, “Bana öyle bir dua öğret ki, fetih için bana yardımı olsun” der. Akşemseddin Hz. De, “Zirin, ‘Destur Yâ Şeyh Ahmed’ demek olsun. Şeyh Ahmed’den himmet (yardım) taleb et” der.

Bu zikre devam eden Fatih sorar: “Şeyh Ahmed kimdir ki, tazarru ve niyaz eyledim?” Akşemseddin Hz. nin cevabı: “Şeyh Ahmed, bu zamanın tasarruf sahibi ve kutbudur.”Şeyh Ahmed, Özbekistan’da / Semerkand’da bulunan Ubeydullah Ahrar Hazretleridir.

Fatih, bu zikrini fetih esnasında devamlı surette tekrarladı ve fetih müyesser oldu. (Enîsî, Menâkıb-ı Akşemseddin. Süleym. Kütüb. Hacı Mahm. Kısım. No: 4666, v. 10a-10b)

İsmi geçen Ubeydullah Ahrar Hz. nin torunu Hâce Muhammed Kasım şunları anlatıyor:
“Ubeydullah Ahrar Hz. bir gün, öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da arkasından gittiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talabelerine, “Siz burada durunuz” dedi. Kendisi, Abbas Sahrası’na doğru hızlıca sürdü. Onu bir müddet daha takip eden Mevlâna Şeyh ismindeki meşhur talebesi diyor ki, “Sahraya vardığında, atını sağa-sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”

Hazret daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye/niçin gittiğini sordular. O da, “Türk Sultanı Muhammed Han (Fatih) kâfirlerle harb ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahü Teâlâ’nın izniyle gâlib geldi, zafer kazanıldı” buyurdu.

Ubeydullah Ahrar Hz. nin, bu hadiseyi nakleden torunu Muhammed Kasım, babası Hâce Abdülhâdî’nin de şunları anlattığını naklediyor:

“Bilâd-ı Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Fatih Sultan Mehmed Han’ı oğlu Sultan Bâyezid Han, bana babam Ubeydullah Ahrar’ın şeklini tarif etti ve ‘O mübarek zatın beyaz bir atı var mıydı?’ diye sordu. Ben de, beyaz bir atının olduğunu ve bazen ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezid bana şunları anlattı:

“Babam Fatih Sultan Mehmed Han bana şunları anlattı: İstanbul’u fethetmek üzere harb ettiğim sırada, harbin en şiddetli bir anında, Şeyh Ubeydullah Ahrar Semerkandî Hazretleri’nin imdadıma yetişmesini istedim. Bir zat, beyaz bir atın üstünde hemen yanıma geldi ve bana ‘Korkma’ buyurdu. Ben de ‘Nasıl korkmayayım, bir türlü kale düşmüyor’ dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. ‘İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık. Üç defa kös vurdur ve orduna hücum emri ver’ buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da, bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı ve İstanbul’un Fethi müyesser oldu.”(Hoca Sadedin Efendi, Tâcü’t Tevârih, 1, s. 437; Nişancızâde Mehmed bin Ahmed Muhammed b. Ramazan, Mir’ât- Kâinat, İstanbul, 1290, 1-11, s. 58-59)

Sultan Fatih, kuşatma günleri uzayıp fetih gerçekleşmeyince, vezir Ahmed Paşa’yı Akşemseddin Hz. ne gönderip fethin kesin zamanını sormuş, O da, “Cemâziyel evvel ayının yirminci günü seher vakti” demişti. (Solakzâde, Tarih, s. 200; Enîsî, 4666, v. 9b)

Aynen dediği gibi olunca, Akşemseddin Hz. ne fethin zamanını nasıl bildiğini sordular. Cevap verdi:“Kardeşim Hızır (aleyhisselâm) ile ilm-i ledünnîde Kostantiniyye’nin fethini vaktiyle (daha önce) keşfetmiştik. Fetih gerçekleştiği gün Hızır’ı gördüm. Birçok veliler ile askerin önünde kaleye girdiler. Kale fetholunduktan sonra Hızır kardeşimi gördüm ki kale duvarı üzerine çıkmış oturmuştu…

Bakalım Hz. Hızır’ı başka hangi tarihi olaylarda göreceğiz. Mısır’daki ve Japonya’daki olaylarda nasıl gözüktüğünü tekrar görmeniz için linkleri bildiriyorum. Hızır yeşil anlamına geliyor ve Hz. Hızır atına binmiş şekilde gözüküyor.

Mısır’da insanların ortasından süzülen yeşil atlı 1:21. saniyede gözüküyor, bu linkten seyredebilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=gWQKOj9Sxkg&feature=related

Aynı görüntü şimdi de Japonya’daki depremde ortaya çıktı! Videoda 00:26.’ıncı saniyede kilisenin sol tarafında Hz. Hızır tekrar görülüyor. Bu videoyu da bu linkten seyredebilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=S8I9rD_idZ4

 


Hayvanlardaki muhteşem kamuflaj, seyredin

images

 

İşte yaprak taklidi yapan bir böcek!


Yılan taklidi yapan yılanbaşlı tırtıllar, hasar görünümü verilmiş ve detaylarla süslenmiş yaprak şeklindeki böcekler, kendisini avlamaya çalışan canlıları korkutmak için yaratılmış sahte gözler, kurumuş bir yaprağı andıran kelebekler, denizin karanlıklarında tıpkı bir su yosununa benzeyen ahtapotlar, kendi vücudu ile aynı desenlere sahip mercanların arasına saklanan denizatları… İşte bunlar doğada yaşanan muhteşem kamuflaj örneklerinden yalnızca birkaç tanesi. Önce sizin için video sayfama eklediğim videoyu seyretmenizi rica ediyorum. Bu linkten seyredebilirsiniz: 

http://video.mynet.com/erkanarkut/Hayvanlarda-muhtesem-kamuflaj/1135884 

Hayvanlardaki bu muhteşem özellikler gerçekten de düşündüğümde beni çok etkiliyor, çünkü bütün bunların bir tesadüf eseri oluşamayacağı çok açık. Bir kelebek kendi kanatlarını göremezken, kanatlarında onu korumak için yaratılan kocaman gözlerden haberi bile yokken bunların mutasyonla ve tesadüflerle meydana geldiğini söylemek sadece gülünçtür. Doğadaki bütün canlılar bulundukları ortama tam uyum sağlayacak, avlanacak, yavrularını besleyecek şekilde yaratılmışlardır. Bakın evrimciler de bu gerçeği bunu nasıl itiraf ediyorlar: 

J. Hawkes: Kuşları, balıkları, çiçekleri vb. göz kamaştırıcı güzelliği salt doğal seleksiyona borçlu olduğumuza inanmakta güçlük çekiyorum. Dahası, insan bilinci öyle bir düzeneğin ürünü olabilir mi? Nasıl olur da tüm uygarlık nimetlerinin yaratıcısı olan insan beyni; Sokrates, Leonardo da Vinci, Shakespeare, Newton ve Einstein gibileri ölümsüzleştiren yaratıcılık “yaşam savaşımı” denen orman yasasının bize bir armağanı olsun? 1 

1. J. Hawkes, “Nine Tentalizing Mysteries Of Nature, ” New York Times, no.33, 1957